Vay Tiền Nhanh. Tasavvuf nedir? Tasavvuf, Hz. Peygamber’in ﷺ sünnetine sarılarak onun ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Tasavvuf, kimseye eza ve cefa vermemektir, herkese lütuf ve ihsanda bulunmaktır, kendisine kötülük edenleri affetmektir, hastalık ve musibetlerden şikâyet etmemektir, insanlık mertebesinin en yüksek derecesine ulaşmaya çalışmaktır. Tasavvuf ihsandır, ihsan mertebesidir. Hz. Resûlullah’ın ﷺ ve ashabının yaşadığı hayat tarzıdır. Bu hayat tarzına “ihsan” denilmiştir. Hiç kuşkusuz ihsan halinin en güzelini Allah Resûlü yaşamış ve yaşatmıştır. Ondan sonra Müslümanların en faziletlileri. Resûlullah’ın ahlâkı ile ahlaklanan ve onun nazarları ile kemale eren sahabeleridir. “Ben Allah’ı görmüyorsam da Allah Teâlâ beni görüyor” hakikati, sahâbe-i kirâmda olması gerektiği gibi tecelli etmiştir. İşte tasavvufun amacı, bu ihsan mertebesini elde edebilmektir. Nitekim büyük veli Şah-ı Nakşibend kuddise sirruhu şöyle demiştir “Bu yoldan maksat ve ele geçen şey, devamlı Allah Teâlâ’nın huzurunda olmaktır. Ashâb-ı kirâm zamanında işte buna ihsan ismi verilmiştir. Bu yolda ilerleme esnasında, nefsin arzularını yok etmek, nurlara ve hallere gömülmek, fenâ ve bekâ makamlarına ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makam ele geçer.” Tasavvufun amaçları da bu makamları elde etmektir. Tasavvuf, güzel ahlâktır. Tasavvuf, edebe riayet etmektir. Tasavvuf, kalbi temizlemektir. Tasavvuf, itirazı bırakıp emredilene peki demektir. Tasavvuf, nefsin kötü istek ve arzularını terk etmektir. Tasavvuf, faydasız işleri bırakıp faydalı işlere yönelmektir. Tasavvuf, vakti değerlendirerek onun kıymetini bilmektir. TASAVVUFUN ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ İslâm dini, sadece ibadetlerin şekil olarak yapılmasını değil, aynı zamanda gönülden ibadet edilmesini de ister. İşte “Cibrîl hadisi” de buna işaret etmektedir. Çünkü ihsan, tasavvufun özünü meydana getirmektedir. Bu hadiste geçen, “İman nedir?” sualinden akaid, kelâm ilmi ortaya çıkmıştır. “İslâm nedir?” sualinden hadis, tefsir, fıkıh ilmi neşet etmiştir. “İhsan nedir?” sualinden de tasavvuf çıkmıştır. Bunları üç temel noktada toplamak da mümkündür İman, ibadet ve ahlâk. İman, inanç esaslarıdır. Bunu akaid ve kelâm âlimleri inceler, İbadetleri de fıkıh âlimleri işler. Ahlâk ise Allah dostları olan kamil insanların ve mürşidlerin rehberliğinde elde edilir. İşte tasavvufun ortaya çıkışı kısaca bu hadisi şeriften anlaşılmaktadır. Hiç kuşkusuz Hz. Resulullah ﷺ dinin üç kısmını en güzel şekilde yaşamış ve yaşatmıştır. Ondan sonra Müslümanların en faziletlileri, Allah Resûlü’nün ahlâkı ile ahlaklanan ve onun nurlu nazarları ile kemale eren sahabileridir. Hz. peygamber’in ﷺ şerefli sohbetinde bulunan kişilere “sahabe” denmiştir. Allah Resûlü’nün ashabını Müslüman olarak gören kimselere de “tâbîn” denmiştir. Onlardan sonrakilere de “tebeu’t-tâbiîn” denmiştir. Onlar sahabeleri görmemişlerdir. Fakat sahabeleri görenleri görmüşlerdir. Onlardan sonraki kamil zümreye ise zâhid ve kâmil zatlar selef-i sâlihîn ismi verilmiştir. TASAVVUFUN AMACI NEDİR? Tasavvufun amaçları, önce marifetullah/Allah’ı tanımak, sonra da muhabbetullah/Allah sevgisini elde etmektir. Bunun için de kalp safiyeti gerekmektedir. Her insandan iman ve ibadet istendiği gibi, kalp safiyeti, nefis terbiyesi ve güzel ahlâk da istenmektedir. Tasavvuf, kalp temizliğini, güzel ahlakı ve ruh olgunluğunu konu alır. Kur'an'da ve hadislerde geçmeyen tasavvuf kelimesinin anlamı nedir? Tasavvuf insana ne kazandırır? Tasavvufî düşüncenin dinî ve fikrî temelleri nedir? Zahid ve abid nedir? Tasavvufun amacı nedir? Tasavvufun konusu nedir? Kur'an'a göre Allah kimleri sever? Allah’ın sevdiği kullar ile ilgili ayetler nelerdir? Diyanet’in İlmihal-1 “İman ve İbadetler” kitabında yer alan bilgilere göre, tasavvuf ve tasavvufi düşüncenin dini ve fikri temelleri hakkında merak edilenleri derledik. Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi iç dünyasındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığını ifade için genelde zühd, rikak-rekaik, takvâ, ibadet gibi kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zahid ve abid deniliyordu. Hicrî III. yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sûfî, sûfiyye gibi terimler kullanılmaya başlandı ve bir dönemden sonra tasavvuf ayrı bir ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı. TASAVVUF NEDİR? Tasavvuf, kalp temizliğini, güzel ahlâkı ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç müminleri terbiye etmek ve manen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyadan çok ahirete önem vermek, maddî değerlerden fazla manevi değerlere bağlanmak, daha nitelikli ve daha çok ibadet etmek ve nefsi disiplin altına almak gerekir. TASAVVUFİ DÜŞÜNCENİN DİNİ VE FİKRİ TEMELLERİ NEDİR? İslâm, müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını, âhirete ve mânevî değerlere öncelik vermelerini ister. Yüce Allah şöyle buyurur "Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir" en-Nâziât 79/38. "Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır" el-A'lâ 87/16. Tasavvufta dünya hayatına âhiret hayatı kadar veya daha fazla önem vermemek esastır. Bu nokta Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde de kuvvetle vurgulanmıştır. Allah Teâlâ buyurur "Dünya hayatı aldatıcı bir metâdan başka bir şey değildir" Âl-i İmrân 3/185. "Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir" Muhammed 47/36. "Allah'ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi kandırmasın ve şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi aldatmasın" Lokmân 31/33. "Dünya menfaati önemsizdir, takvâ sahipleri için âhiret daha hayırlıdır" en-Nisâ 4/77. "Şu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir, âhiret ise gerçek bir hayattır" Ankebût 29/64. "Dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme vesilesi ve daha çok servet ve evlâda sahip olma yarışıdır" el-Hadîd 57/20. "Mal ve evlât dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler ise hem sevap olması bakımından hem de ümit bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde çok hayırlıdır" el-Kehf 18/46. Kur'ân-ı Kerîm birkaç yerde dünya hayatını temsille anlatmıştır "Onlara şunu misal ver Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir yağmura benzer. Bu sayede yeryüzünde biten bitkiler birbirlerine karışmış, sonra kurumuş, rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah'ın gücü her şeyin üstündedir" el-Kehf 18/45; Âl-i İmrân 3/117; Yûnus 10/24; el-Hadîd 57/20. Kur'ân-ı Kerîm'e göre insan dünyadan çok âhireti istemelidir "Kim âhiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama âhirette bir nasibi olmaz" eş-Şûrâ 42/20; el-Bakara 2/200; Âl-i İmrân 3/145; Hûd 11/15. Kısaca servetler, kazançlar, zenginlikler ve her çeşit nimetler âhirette ve Allah katında bol bol mevcuttur bk. en-Nisâ 4/94. Hadîs-i şeriflerde de aynı hususların sıklıkla ifade edildiği görülür "Dünyada bir garip veya yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say" Buhârî, "Rikak", 3; Tirmizî, "Zühd", 25; İbn Mâce, "Zühd", 6. "Dünyaya karşı soğuk olanı Allah, halkın malına göz dikmeyeni insanlar sever" İbn Mâce, "Zühd", 1. "Kabirleri ziyaret ediniz. Zira bu, sizi dünyadan soğutur, âhirete ısındırır" İbn Mâce, "Cenâiz", 47. Hz. Peygamber dünyanın gösteriş ve çekiciliğine kapılmanın muhtemel tehlikeleri konusunda ümmetini uyarmıştır Buhârî, "Rikak", 3; Tirmizî, "Zühd", 25. Hz. Peygamber şahsen yukarıda anlatılan ilkelere uygun olarak yaşamış; dünya malına tamah etmemiş, maddî zevkler peşinde koşmamış, daima âhiret hayatına öncelik vermiş ve onu üstün tutmuştur. Şöyle buyurmuştur "Uhud dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için bundan ayıracağım miktar hariç, altınların üç günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim" Buhârî, "Zekât", 4; Müslim, "Zekât", 31. Hz. Peygamber vefat edince altın, gümüş miras bırakmadı. Bıraktığı miras beyaz bir katır, bir silâh ve vakıf arazisinden ibaretti Buhârî, "Vesâyâ", 1. Hz. Peygamber sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamış, ganimet malları sebebiyle Müslümanların elleri az çok genişlediği halde o eski yaşama biçimini sürdürmüş, öbür müslümanlar düzeyinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına küsmüş ve onlardan dünya ile kendisi arasında bir tercih yapmalarını istemişti bk. el-Ahzâb 33/28; Buhârî, "Tefsîr", 66; Müslim, "Talâk", 5. Dünyayı âhiretle bir ve eşit tutmak veya ondan üstün tutmamak zühddür. Zühd ilkesine bağlı olarak yaşayan kişilere de zâhid denir. Kur'an ve hadislerde zühde büyük önem verilmiş, bunun zıddı olan dünyaya düşkün olma, tamah, ihtiras ve çıkarcılık şiddetle yerilmiştir. Zühd tasavvufun temelidir. Ahiretin dünyadan üstün, oradaki nimetlerin buradaki servetten daha önemli olduğuna inanan bir müslüman daha nitelikli ve daha çok ibadet eder, hak hukuk gözetir, ahlâk kurallarına bağlı kalır, haram ve helâli bilir. Böyle bir hayat yaşamayan bir kimsenin dünyadan çok ahirete önem ve değer verdiği söylenemez. İbadet zühdün tabii bir sonucudur. Yüce Allah namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetleri farz kılmıştır. Hz. Peygamber ise farz olan ibadetlerle yetinilmemesini, nâfile ve sünnet olanların da yerine getirilmesini tavsiye etmiştir. Farz namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler, teheccüd, evvâbin ve tahiyyetü'l-mescid gibi diğer nâfile namazlar, receb ve şâban gibi aylarda belli miktarda tutulan oruçlar, umre ve sadaka böyledir. İbadetlerin amacı nefsi disiplin altına alarak Allah'a yaklaşmaktır. Tasavvufta farz ve nâfile ibadetleri şartlarına uygun olarak huşû ve ihlâsla yerine getirmek esastır. Sûfîler özellikle farz olmayan ibadetleri belli düzen içinde yerine getirmeye özen gösterirler. İbadetsiz tasavvuf olmaz. İslâm'da kalp temizliği önemlidir. Her şeyden önce Cebrâil Kur'ân-ı Kerîm'i Hz. Peygamber'in kalbine indirmiştir el-Bakara 2/97; Şuarâ 26/194. Vahiy de ilham da kalbe gelir. "Allah'ın huzuruna temiz selim bir kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur" eş-Şuarâ 26/89; es-Saffât 37/84; Kaf 50/33. "Allah sekîneti huzuru müminlerin kalplerine indirmiştir" el-Feth 48/4. "Kalpler Allah'ı zikretmekle itminan bulur" Yûnus 10/74. Onun için Allah'ı çok zikretmek tavsiye edilmiştir bk. el-Ahzâb 33/41. Her şeyin temeli olan iman kalbin tasdiklerinden ibarettir. Niyet bütün ibadetlerin temelidir. Halis niyet de kalpte gerçekleşir. İbadetlere kalbin temiz, niyetin iyi olması oranında sevap verilir Buhârî, "Îmân", 41; Müslim, "İmâret", 155. Kur'an kalbin görme niteliğinden söz eder. Yeryüzünde dolaşıp ibret almayanları, düşünecek kalbi, işitecek kulağı olmayanları uyarır "Dikkat edin, baştaki gözler değil, göğüsteki kalpler kör olur" el-Hac 22/46. Hassas, yufka ve temiz kalplerden bahseden Kur'an taş gibi katı, kirli ve kilit vurulmuş kalplerin bulunabileceğine de dikkat çeker. Kalbin kirlenmiş şekline bazan nefis de denir. Buna karşı nefsin arınmış şekli de kalptir, kalp hükmündedir. "Nefsini kirleten hüsrandadır, onu arındıran kurtuluşa erer" bk. eş-Şems 91/9-10. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur "İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat, o kalptir" Buhârî, "Îmân", 39; Müslim, "Müsâkat", 107. Bir hadiste, "Başkaları fetva verse de, sen fetvayı kalbine sor" Dârimî, "Buyû'", 2; Müsned, IV, 228 denilerek vicdanın sesine kulak verilmesi istenmiştir. Hz. Peygamber, "İyi, gönüle yatan, günah gönülü tırmalayan şeydir" Müsned, IV, 194, 228 buyurarak şüpheli konularda kişinin kalbine başvurmasını, başkasının denetlemesinden önce kişinin kendi kendini denetlemesini tavsiye etmiştir. Kur'an'da ve hadislerde takvâya büyük önem verilmiştir. Hz. Peygamber kalbine işaret ederek, "Takvâ buradadır" demişti Müsned, V, 379. TASAVVUFUN KONUSU NEDİR? Tasavvufun konusu kalptir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sûfîlere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufî düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır. ALLAH KORKUSU Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde "havfullah mehâfetullah ve haşyetullah" denilen Allah korkusu üzerinde çok durulmuştur. Günah işleyenlerin ve başkalarına haksızlık edenlerin Allah'ın gazabından ve azabından korkmaları lâzımdır. Kur'an'da "Eğer inanıyorsanız biliniz ki en çok korkulmaya lâyık olan Allah'tır" et-Tevbe 9/13; el-Ahzâb 33/37, "Onlardan değil, benden korkun" Âl-i İmrân 3/175 buyurulur. Kişi insanlardan değil, Allah'tan korkarak günah işlememeli, kötülük ve haksızlık etmemelidir. Gizli-açık işlenen her kötülüğü bilen Allah Teâlâ'nın işlenen kötülükleri cezasız bırakmayacağına, er veya geç bunun hesabını soracağına inanmalı, dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınırken Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmamalıdır. Allah Teâlâ böyle kullarını över "Onlar Rablerinden de, kötü azaptan da korkarlar" er-Ra'd 13/28. "Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmazlar" et-Tevbe 9/18; el-Ahzâb 33/39. Başta peygamberler ve velîler olmak üzere bütün müminler Allah'tan korkar. Hz. Peygamber, "Allah'ı en iyi bileniniz ve ondan en çok korkanınız benim" buyurmuştur Buhârî, "Edeb", 72; Müslim, "Fezâil", 35. Bir hadiste de "Hikmetin başı Allah korkusudur" Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I, 421 buyurulmuştur. Allah'tan korkan başkasından korkmaz. Allah korkusu diğer korkuları siler ve kişiyi cesur hale getirir. Allah'tan korkanların âhirette de korkuları olmayacak, mahzun olmayacaklardır el-Bakara 2/38, 62, 112, 262, 274, 277. İşte Allah'ın velî ve ergin kulları bunlardır. Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır. ALLAH SEVGİSİ Bu sevgi İslâm'daki manevi hayatın temelidir. Bu temele dayanmayan ibadet ve ahlâk gibi davranışlar İslâm açısından bir anlam ifade etmez. Bir mümin severek Allah'a itaat ve ibadet ederse, onun emirlerine ve yasaklarına uyarsa bunun değeri vardır. Allah Teâlâ'yı seven onun kelâmı olan Kur'an'ı ve resulü olan Hz. Muhammed'i, onun dava arkadaşları olan sahâbeyi de sever. Kısaca Allah'ın sevdiği herkesi ve her şeyi sever. Kur'an'da Allah sevgisi üzerinde önemle durulur. Yüce Allah şöyle buyurur "İman edenler Allah'a olan sevgileri ise çok fazladır" el-Bakara 2/115. Şiddetli ve çok sevgi aşk demektir. Bu âyet başta olmak üzere birçok âyette muhabbetullah denilen Allah sevgisine ve ilâhî aşka işaret edilir. Bir müslüman Allah'ı, Resulü'nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi babasından oğullarından, kardeşlerinden, eşlerinden, kabilesinden, servetinden, ticaretinden ve meskeninden daha çok sevmekle yükümlüdür. Eğer daha çok sevmezse Kur'an'ın ifadesiyle "Allah'ın hükmü tecelli edene kadar bekleyin, Allah günahkâr bir toplumu hidayete erdirmez" et-Tevbe 9/24 tehdidine muhatap olur. Bunun anlamı şudur Bir Müslümanın Allah'ı, Resulü'nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi yürekten sevmesi ve bu sevgi ve isteğini her zaman diğer şeylerden önde tutması gerekir. Hz. Peygamber "Allah ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey Allah Resulü! Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" demiş, Hz. Peygamber de "Olmadı yâ Ömer!" demişti. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah "Şimdi oldu yâ Ömer!" buyurdu Buhârî, "Îmân", 9; Müslim, "Îmân", 15. İslâm'da Allah'la kulları arasındaki sevgi karşılıklıdır. Allah kullarını sever, kulları da onu severler. Kur'an şöyle der "Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler" el-Mâide 5/54. İslâm inancına göre Allah Teâlâ vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost edinir. Kur'an'da Allah'ın hangi kullarını sevdiği şöyle açıklanır "Allah âdil olanları sever" el-Mümtehine 60/8; el-Hucurât 49/9. "Allah temiz insanları sever" et-Tevbe 9/108; el-Bakara 2/222. "Allah takvâ sahibi kullarını sever" Âl-i İmrân 3/76, et-Tevbe 9/4, 7. "Allah ihsan sahibi dürüst kişileri sever" Âl-i İmrân 3/148, el-Mâide 5/13, 93. "Allah tevekkül ehlini sever" Âl-i İmrân 3/159. "Allah sabırlıları sever" Âl-i İmrân 3/146. "Allah tövbe edenleri sever" el-Bakara 2/222. Yüce Allah, Peygamberimizi herkesten çok sevdiği için ona "habîbullah" Allah'ın sevgilisi denilmiştir Tirmizî, "Menâkıb", 1. Nitekim Hz. İbrâhim için de "halîlullah" Allah'ın dostu ifadesi kullanılmıştır. Burada sözü edilen adalet kıst, vera', temizlik, takvâ, ihsan, tevekkül, sabır, tövbe tasavvufun temel kavramlarıdır. Sûfîler ve velîler Allah'ın sevgili kulu olma mertebesine ermek için bu hususları büyük bir özenle gerçekleştirmeye çalışır, ilâhî sevgiden mahrum olmamak için bunların zıddı olan hususlardan dikkatle kaçınırlar. Çünkü Allah zâlimleri, kâfirleri, günahkârları, kibirlileri, hâinleri, bozguncuları, müsrifleri, saldırganları sevmez eşŞûrâ 42/40, el-Bakara 2/176, en-Nisâ 4/107, el-Hadîd 57/23, el-Hac 22/38, elMâide 5/64, el-A'râf 7/31, el-Mâide 5/87. Seven sevgilisine itaat eder, ona tâbi olur, onu razı etmeye çalışır, emirlerine uyar, onu darıltacak davranışlardan sakınır. Kısaca sevginin sonucu Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmaktır. Allah'ın peygamberine uymak Allah'ın sevgisini kazandırır. Onun için yüce Allah buyurur "Ya Muhammed De ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki O da sizi sevsin" en-Nisâ 4/80. Resûlullah'a itaat Allah'a itaat demektir "Resûlullah'a itaat eden Allah'a itaat etmiştir" en-Nisâ 4/80. Hz. Peygamber, müminlerin Allah için birbirini sevmeleri gerektiğini önemle vurgulamıştır. Kutsî bir hadiste, "Benim için birbirini sevenleri sevmem vâciptir" Muvatta, "Şiir", 16; Müsned, V, 233 buyurulmuştur. Hz. Peygamber, "Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız" Müslim, "Îmân", 93; Ebû Dâvud, "Edeb", 131. "Bir kimse kendisi için istediği bir şeyi mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz" Buhârî, "Îmân", 7 buyurarak bu sevgi ile kâmil iman arasında sıkı bir bağ bulunduğuna işaret etmiştir. İslâm, müminleri sevgi ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlamış, kaynaştırmış ve böylece fertleri birbirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir. Sevgi bağı hem müslümanları Allah'a ve Resulü'ne, hem de birbirlerine bağlar. Müslümanlar iyi ve kötü günlerde, mutlu ve sıkıntılı zamanlarda daima bir arada olurlar. Hz. Peygamber, "Kişi sevdiğiyle beraberdir" buyurmuştur Buhârî, "Edeb", 69; Müslim, "Birr", 165. Bir müslüman Allah'ın gazabına uğramamak ve cehennem azabından kurtulmak için yaratıcısına ibadet eder. Bu amaçla ibadet etmek câizdir. Genellikle halk, özellikle zâhidler ve âbidler bu maksatla ibadet ederler. Cennete girmek ve oradaki nimetlerden yararlanmak için Allah'a ibadet ise evvelkine göre bir derece daha üstündür. Fakat sırf Allah'ın emrine uymak, rızâsını kazanmak için Allah'a ibadet etmek daha üstün bir mertebedir. Bu ibadet sevgi temeline dayanır. Sevenin sevgilisine itaat etmesi türünden bir boyun eğme ve emredileni gönül hoşluğu ile yerine getirme halidir. Peygamberlerin, sağ iken cennetle müjdelenen on sahâbenin, velîlerin ve âriflerin ibadetleri böyledir. Râbia el-Adeviyye'nin dediği gibi onlar cehennem ve cennet olmasa da Allah'a ibadet eder, ona itaati canlarına minnet bilirler. Nitekim bu konudaki hadislerden birinde, "Suhayb, Allah'ın ne hoş bir kuludur ki ondan korkusu olmasa bile günah işlemez", diğerinde, "Ebû Huzeyfe'nin âzatlası Sâlim, Allah'a âşık olduğundan O'ndan korkmasa bile günah işlemez" Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, II, 323 buyurulmuştur. Tasavvufta hedef bir Müslümanın gönüllü olarak ve seve seve Allah'a ibadet etmesini sağlamaktır. Bu mertebede ibadet insana zor gelmez, tersine ona haz ve huzur verir. İbadet halinde olmaması ise onu rahatsız eder. Hz. Peygamber zamanında var olan bu anlayış ondan sonra gelişerek devam etmiştir. Bu hareketin en önemli temsilcisi hicrî II. VIII. asrın ikinci yarısında yetişmiş olan ünlü sûfî Râbia el-Adeviyye'dir ö. 185/801. Bu tarihten sonra bu anlayışın yaygınlaşarak ve gelişerek devam etmesi tasavvufun İslâmî bir hareket olarak ortaya çıkmasına sebep olan faktörlerin başında gelir. Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark zühdde korku, tasavvufta sevgi unsurunun ağır basmasıdır. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok Allah'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı mânevî hayattır. Tasavvufta Allah sevgisinin ne kadar önemli olduğunu göstermek için sûfîlerin üzerinde özenle durdukları ve önemle açıkladıkları şu hadîs-i şerife bakmak yeterlidir. Kutsî hadiste şöyle buyurulmuştur "Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nâfile ibadetlerle de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm" Buhârî, "Rikak", 38. Tasavvuf kulun Allah'a yaklaşması ve O'nunla böyle bir mânevî ilişki kurmasıdır. Allah kuluna şah damarından daha yakındır Kaf 50/16. Allah'ın bir ismi "el-karîb"dir. Yani o her zaman herkese yakındır. Fakat sevdiği kullarına özel bir anlamda yakındır. Allah'ın yakınlığını kazanan insanlara mukarreb denir el-Vâkıa 56/88-89. Müslümanların iman ve ibadet itibariyle çeşitli dereceleri vardır. Bir hadiste imanın altı, İslâm'ın beş şartı sayıldıktan sonra en büyük mertebe olan ihsan şöyle tarif edilmiştir "İhsan, Allah'a, onu görüyormuşsun gibi ibadet etmektir, her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir" Buhârî, "Îmân", 37; Müslim, "Îmân", 57. Kur'ân-ı Kerîm'de, "İhsan üzerine olunuz, Allah ihsan üzere olanları sever" el-Bakara 2/195; el-Mâide 93 buyurulmuştur. Mutasavvıflar bu hadisten İslâm'ın üç mertebesi olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar sırasıyla İslâm, iman ve ihsan mertebeleridir. İslâm zâhir, iman zâhir ve bâtındır. İhsan ise zâhir ve bâtının hakikatidir. İslâm'da bilgi amelle, amel ihlâsla, ihlâs da Allah'ın rızâsını taleple kemale erer. Bilgi, ihlâs ve rızâ bu üç mertebenin başka bir ifadesidir. Müminler ilim, amel ve mertebe itibariyle birbirinden farklıdırlar. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur "Kendilerine ilim verilenler derece derecedir". "Amel edenlerin de mertebeleri vardır". "Bakın nasıl bazısını diğer bazılarına üstün kıldık" el-Mücâdele 58/11; el-Ahkaf 46/19; el-İsrâ 17/21. Kur'an'da ve hadislerde geçmeyen tasavvufun tarihi gelişimi nedir? İslam'da tasavvufi düşüncenin tarihi gelişimi nasıldır? Tasavvufî düşüncenin dinî ve fikrî temelleri nedir? Diyanet’in İlmihal-1 “İman ve İbadetler” kitabında yer alan bilgilere göre, tasavvuf ve tasavvufi düşüncenin tarihi gelişimi hakkında merak edilenleri derledik. TASAVVUFUN TARİHİ GELİŞİMİ NEDİR? Hz. Peygamber, sahâbe, tâbiîn ve tebeu't-tâbiîn dönemlerinde dindar müslümanların yaşadıkları hayat yukarıda tasvir edilen mânevî bir atmosferde cereyan etti. Bu üç neslin dindarları dünyaya nazaran âhirete öncelik veriyor, bütün davranışlarda Allah'ın rızâsını gözetiyorlardı. Bu tür hayat Kur'an'ın istediği bir hayattı. Bunun en güzel örneği de Hz. Peygamber'di el-Ahzâb 33/21. Hz. Peygamber zamanında çeşitli eğilimlere sahip olan sahâbeler vardı. Bunlardan bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğe, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken bir kısmı ibadete daha çok önem veriyor, uhrevî kurtuluş üzerinde yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört halife ve aşere-i mübeşşere olmak üzere Osman b. Maz'ûn, Mus'ab, Ammâr, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz, Ebü'd-Derdâ, Huzeyfe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr bu sahâbenin âbid ve zâhidleri olarak tanınmışlardı. Daha sonraki dönemlerde yaşayan âbid, zâhid ve dindar müslümanlar her zaman bunları örnek almışlardı. Tasavvuf zincirinin ilk halkaları bunlardı. Daha sonra eklenen yeni halkalarla bu silsile günümüze kadar gelmiş, bu halkalardaki âlim ve zâhidler İslâm'ın ilim, ihlâs, takvâ, ihsan, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak çağımıza taşımıştır. Veysel Karânî, Ebû Müslim el-Havlânî, Habîb el-Acemî, Hasan-ı Basrî, Abdülvâhid b. Zeyd, Şeybân er-Râî, Sâlih el-Mürrî, Ferkad es-Sencî, Mâlik b. Dînâr, İbnü's-Semmâk, İbrâhim b. Edhem, Şakýk-i Belhî, Dâvûd et-Tâî, Fudayl b. İyâz ve benzeri pek çok âbid ve zâhid ikinci nesli, silsilenin ikinci halkasını oluşturur. Tasavvufta söz konusu neslin yaşadığı zaman hicrî I ve II. VII ve VIII. asırları kapsar ve zühd dönemi diye bilinir. Bu dönemde tasavvuf tohumunun çimlenmiş bir şekli mevcuttur. Bundan sonra gelen ve üçüncü halkayı oluşturan İbrâhim el-Havvâs, Bişr el-Hafî, Serî es-Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî, Hâris el-Muhâsibî, Zünnûn el-Mısrî, Hamdûn el-Kassâr, Ma'rûf-i Kerhî, Ahmed b. Hadraveyh, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Sehl etTüsterî gibi sûfîler tasavvufun ilk temsilcileri ve müjdecileridir. Tasavvufî hayat geniş ölçüde bunların tesbit ettikleri hedefler yönünde gelişmiştir. Kuşeyrî'nin de açık bir şekilde belirttiği gibi tasavvuf Ehl-i sünnet'in bünyesinden doğmuştur. İlk sûfîlerin hepsi Sünnî'dir. Sûfîliğin ortaya çıktığı dönem İslâm dünyasında çeşitli ilimlerin kurulduğu, değişik mezhep ve akımların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde hadis, fıkıh, kelâm gibi ilim dalları kurulmuş, bunlarla uğraşanlara hadisçi, fıkıhçı, kelâmcı muhaddis, fakih, mütekellim gibi isimler verilmişti. Kaynağı Kur'an ve hadis olmakla beraber söz konusu ilimlerden de etkilenen ve Ehl-i sünnet muhitinde doğan İslâm'daki ruhî ve mânevî hayat tarzına tasavvuf denmiştir. Bu hayat tarzının temelleri Kur'an ve Sünnet'in öğretisinde, önceki nesillerin sözlerinde ve yaşayış tarzlarında mevcuttu. Sûfîler fikirleri ve mânevî tecrübeleriyle geliştirip sistemleştirdikleri tasavvufî hayat tarzını sözü edilen temeller üzerinde inşa etmişlerdir. Kökü ve özü eski olan tasavvufî hayatın bazı yenilikler içermesi ve farklılık göstermesi bundandır. Büyük sûfîlerin yetiştiği hicrî III ve IV. IX ve X. yüzyıllarda tasavvufla ilgili birtakım eserler yazılmış, sûfîliğin esasları yazılı hale getirilmişti. Diğer taraftan aynı dönemde melâmet ve fütüvvet gibi önemli tasavvufî ekoller ortaya çıkmıştı. Ma'rûf-i Kerhî, Serî es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi ünlü sûfîler Irak'ta tasavvuf adı altında İslâm'ın mânevî hayatını geliştirirken Horasan bölgesinde Hamdûn el-Kassâr ö. 271/884 melâmet adı altında söz konusu hayatın farklı bir yorumunu ortaya koyuyordu. Ebû Hafs, Ahmed b. Hadraveyh ve Şâh Şucâ'-ı Kirmânî gibi Horasanlı dindarlar ise daha çok fütüvvet ve mürüvvet üzerinde duruyorlardı. Melâmet ehli ihlâs ve riya konusuna ağırlık verirken, fütüvvet ehli daha çok dinin insaniyet yönü üzerinde duruyorlardı. Bu konuda özellikle Bâyezîd-i Bistâmî ö. 234/848 son derece özgün yorumlar yapıyordu. Söz konusu dönemde tasavvufa dair yazılan en meşhur eserler ve yazarları ise şunlardır Hâris el-Muhâsibî ö. 243/857 er-Riâye li-huk†kıllah, Cüneyd-i Bağdâdî ö. 297/ 909 Resâil, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ö. 283/896 et-Tefsîr, Hakîm et-Tirmizî ö. 320/932 Hatmü'l-velâye, Hallâc-ı Mansûr ö. 309/921 Kitâbü'tTavâsin, Ebû Nasr es-Serrâc ö. 378/988 el-Luma', Kelâbâzî ö. 380/990 et-Taarruf, Ebû Tâlib el-Mekkî ö. 386/996 K†tü'l-kulûb, Sülemî ö. 412/1021 Tabakåtü's-sûfiyye, Ebû Nuaym İsfahânî Hilyetü'l-evliyâ, Kuşeyrî ö. 465/1072, erRisâle, Hücvîrî ö. 470/1077 Keşfü'l-mahcûb, Abdullah Ensârî el-Herevî ö. 481/1088 Menâzilü's-sâirîn, Gazzâlî ö. 405/1111 İhyâü Ulûmi'd-dîn. Bu eserlerin tamamına yakını matbu olup bir kısmı Türkçe'ye de çevrilmiştir. Bu yazarların tasavvuf konusunda daha başka değerli eserleri de vardır. Özellikle Sehl etTüsterî'nin, Sülemî'nin, Kuşeyrî'nin ve Abdullah el-Ensârî'nin tefsirle ilgili eserleri işârî tefsirler bakımından önemlidir. Sülemî'nin Tabakåt'ı ile Ebû Nuaym'ın Hilye'si ise evliyanın hayat hikâyelerine ve menkıbelerine dairdir. Tasavvufun doğuşunu, gelişmesini ve ilk sûfîlerin yaşama tarzlarını her biri bir tasavvuf klasiği niteliğinde olan söz konusu eserlerden izlemek mümkündür. Hicrî VI. XII. asra kadar olan tasavvufun ilk dönemi ve hareketin doğduğu, geliştiği ve şekillendiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf basit fakat derin, sade fakat anlamlı bir mânevî hayat tarzıdır. Geniş ölçüde pratiklere dayanır, teorilere çok az yer verir. Hal, his, heyecan ve vecd gibi isimler alan ve din psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan ruhî hayat tarzı üzerinde yoğunlukla durulur. Bu fikrî harekette felsefî etkiler yok denecek kadar azdır. Ama sûfîlerin mânevî tecrübeleri ve bu tecrübelerle ilgili olarak yaptıkları yorumlar üzerine kurulan bir tasavvuf felsefesi vardır. Bu, daha çok sûfîlerin kendi düşünce ve çabalarıyla oluşturmuş oldukları özgün bir felsefedir. Tasavvufî hayat, öz ve hareket noktası itibariyle İslâmî temeller üzerine inşa edilmiş olduğundan, başta İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbnü'l-Kayyim olmak üzere bu hareketin bazı şekillerini sert bir biçimde eleştiren âlimler tarafından da saygı ve takdirle karşılanmıştır. Bununla beraber bu dönem tasavvufu da tartışma ve eleştiriye açık bazı konular içermektedir. Öteden beri tartışılan ve eleştirilen bu konular tasavvufun özü ve geneliyle ilgili değildir. Münferit konulardır, ayrıntıyla ilgilidir. En başta tasavvufu doğru anlamak gerekir. Tasavvuf öyle akıl ile anlaşılamayacak, dil ile anlatılamayacak, uzaktan bakılması gereken yanına gidilmez bir şey sanılmamalıdır. Çünkü tasavvufun anlamı kolaydır, asıl olan onu yaşamak ve bütün hayata tatbik etmektir. Bu sebeple tasavvufu inkar edenin de onu benimseyip hayat prensibi edinip tasavvuf yolu üzerinde seyir edenin de tasavvufun ne olduğunu iyice bilmesi ve anlaması gerekmektedir. İşin başında şunu bilmek gerekir Tasavvuf ayrı bir din değil, İslam dinini farklı cihetlerden en güzel şekilde kişinin önüne sunulmasıdır. Bu sunulma şekli, zaman geçtikçe alimlerin düşünce ve içtihatlarına göre farklılık göstermesi doğaldır çünkü her alimin benimsediği, beğendiği ve en çok faydalı olarak gördüğü şey farklı olabilir. Bunun nedeni İslam’ın zenginliği ve Peygamber Efendimizin ﷺ hayatı boyunca uyguladığı çeşitli metot ve yöntemlerdir. Her ne kadar alimler Peygamber Efendimizin ﷺ birbirinden farklı yöntemlerinden kendinin benimsediklerini bir araya getirip sunsa da gaye ve amaç birdir. O da kişinin takva, sabır, vera ve fena ile pişerek Allah’ın rızasına ulaşmasını sağlamaktadır. Tasavvuf Anlamı Nedir? Tasavvuf, İslam’ın güzel bir şekilde yaşanması için ayet ve hadislerde Allah Teâlâ’nın ve Hz. Peygamberin ﷺ istediği ve razı olduğu kul olmak için gereken sıfatların bütünüdür. Çünkü Allah ve Resulü ﷺ isimler değil sıfatlardan bahseder. Örnek Allah Teala takvalı olmayı emreder ve muttaki kullarını sevdiğini beyan eder. Efendimiz ﷺ nasıl takvalı olunur, takva nedir, takvalı olmak için neler yapılmalıdır, gibi soruların cevabını verir. İşte Allah Teala’nın istediği sıfatları Peygamber Efendimizin ﷺ anlattığı ve uyguladığı şekilde tatbik etmenin usulü bütün olarak bir araya geldiğinde tasavvuf terbiyesi olarak adlandırılır. Bir sürü sıfat ve bu sıfatlara giden bir sürü yöntem ve metot olduğu için çeşitli tarikatlar ve cemaatler ortaya çıkmış olur fakat buradan her tarikatın ve cemaatin hak olduğu anlaşılmamalıdır. Yukarıda anlattığımız tasavvuf terbiyesi bu işte uzman olmuş olgun mümin mürşidi kamil tarafından yapılır. Başında bir ehli sünnet, kamili mükemmil bir mürşit olmayan her tarikat, cemaat, grup ve fırkalar delalette olup ya helak olmuştur yada helak olmaları yakındır. Burada bir kaç soru geliyor insanın aklına; mürşit nedir, mürşidi kamil ne demek, gerçek olgun kamil mükemmil mürşit nasıl olur? Bu gibi sorularınıza Allah dostları ile ilgili hadisler adlı yazımızda Peygamber Efendimizin dilinden cevap bulabilirsiniz. Bununla beraber daha fazla bilgiye ulaşmak için Allah dostu ne demek Allah dostu kime denir başlıklı makalemize göz atabilirsiniz. Tasavvufun ortaya çıkmasındaki temel etken nedir?Tasavvuf, silsile yolu ile Muhammed'e dayandırılan, Allah'ı anlamaya vesile olarak, Peygamber vârisi olduğuna inanılan Evliya ve Mutasavvıflar tarafından, "Hakk'tan aldığını halka sunuş" yolu olarak takdim edilen, dinin fıkıh, kelam, Ahlak ve tasavvuf olmak üzere dört ana temelden oluştuğu inancını savunan …Tasavvuf anlayışı nasıl ortaya çıkmıştır?Kuşeyrî'nin de açık bir şekilde belirttiği gibi tasavvuf Ehl-i sünnet'in bünyesinden doğmuştur. İlk sûfîlerin hepsi Sünnî'dir. Sûfîliğin ortaya çıktığı dönem İslâm dünyasında çeşitli ilimlerin kurulduğu, değişik mezhep ve akımların ortaya çıktığı bir döneminin ortaya çıkma sebepleri nelerdir?İslâmî zühd hayatının kaynağı, öncelikle Kur'ân ve hadislerdir. Diğer taraftan içinde yaşadıkları sosyal veya bireysel hayatın kültürel, toplumsal, psikolojik ve siyasî yapısı da, zühdü bir hayat tarzı haline getirmeye meyilli insanlar üzerinde etkili temel amacı nedir?Tasavvufun amacı, dini daha iyi yaşama ve cemiyet içinde dini değerlerin unutulmamasını sağlamaktır. … Tasavvufun amaçları ve temel ilkeleri, Allah korkusu, Allah sevgisi, Peygamber sevgisi, ahlaki ve manevi değerlerin yaşanması, insani ve beşeri ilişkilerin dürüst ve samimi olarak gerçekleştirilmesi düşüncesi ne demek?Tasavvuf, Tanrı'nın birliğini ve evrenin oluşunu varlık birliği Vahdet-i Vücut anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akımdır. … Bu düşünce, dinî kitapların verdiği bilgilerle kalmayarak, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir düşünceyle çözmeye çalışan bir felsefe, araştırma ve duygu düşünce daha çok hangi asırda kendini göstermiştir?İlk tarikatin ortaya çıktığı XII. yüzyıla kadar olan dönem, tasavvufî düşüncenin doğup geliştiği ve şekillendiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf, geniş ölçüde pratiklere dayanan, teorilere fazla yer vermeyen, basit fakat derin, sade ve anlamlı bir mânevî hayat tarzı olarak ilk kurucusu kimdir?Kurucusu 12. yüzyılda Doğu Türkistan'da yetişen Hoca Ahmet Yesevi'dir.*Tekke Edebiyatı, Anadolu'ya 13. itibaren gelişmiştir. Bu edebiyat şairleri tarikat merkezi olan tekkelerde yetişmiştir.

tasavvufun ortaya çıkış sebepleri nelerdir